Söyledikleriyle yaptıkları bir değildi onun, asla da olmadı zaten. Belki o da yoktu. Benim kalbimi emanet ettiğim sadece bir şizofreni vakasıydı. Emin değilim. O her nasıl bir şeyse “içime girdiğinden” beri dünyamı rengârenk boyamıştı. Yıllarca beklediğim, bulamadan kaybettiğim bir aşktı ondaki… O kadar güzeldi ki. Sade mavi-yeşilleri aslında evrenin tüm renkleriydi, bir insanın duyabileceği, gösterebileceği sevgiden çok daha öte bir şeydi. Onlara bakmama izin verdi. Ama ben bakamadım zarar veririm korkusuyla. Gözümün ucuyla baktım sadece onun gözlerine. O içinde boğulduğum mavi-yeşillere…
O’na aittim ben. Her karem, her soluğum, her dakikam onundu. Kalbimin ritimleri bile onun ses tonuyla hareket ederdi. Anlamıştım artık; bulamadan kaybettiğimi düşündüğüm “Aşk” aslında hep yanı başımdaymış, hep bana sarılıp uyurmuş da benim haberim yokmuş.
Günler geçti… Zaman bizi yormaya başladı. O hep çok hızlı geçmesini isterdi her anımızın. Ben ise bir kenara atardım onun boşladığı zamanları. İhtiyacımız olduğunda kullanalım diye. Sabırsızdı, ben ise onun sabırsızlığının gösterdiği hoyratlıkla acele etmeye çalışan, âşık bir ruh ikiziydim.
Günler bir anda daha çabuk geçer oldu. Sonra bir gün öyle bir an geldi ki, o hep durmadan akmasını istediği zamana ihtiyacı oldu. İki kişi paylaştığımız sahnenin perdesi kapandı. Açılması için çok uğraştı. Anladı ki bu işi sadece zaman başarırdı. Biriktirdiğim anları kullanmak için bana geldiğinde çok geçti. Kumbaram çoktan kırılmıştı.
Dokunduğu anda yerine sığmayan kalbim uyuyordu şimdi. İkimizin sırları en derinlerimizde gömülüyken, kendini gammazlamaya başlamıştı. “Melek“ ilan ettiği Ben’i farklı kimliklere sığdırmaya çalıştı. O hiç kabul etmedi… Ama aslında her şey çok değişmişti. Kendi duygularını başka bir bedende bulmaya alışamamıştı belki de. Gerçekleştirmeye çalıştığı düşlerine koyabileceği başka bir kişi bulamamıştı ben gidince. Her defasında dokundurunca, bütün kalp kırıklıklarımı birleştireceğini sandığı sihirli değnekleri kırılır olmuştu. Sevdiğini söylerken kullandığı “sen-i” artık bir gizli özneydi. Ve O yine yalnızlıklara bahane üretmeyi seçti… Fark edemedi… Melek değildim artık, güzel değildim, o’na ait değildim…
Bana hep anlamını sorduğu, Aşk’ın açıklaması aslında sadece; mutlu olma çabasında yok olan bir çocuktu. Olmayacak istekleri olan, arsız, inatçı, şımarık ama aynı zamanda mükemmelliğiyle çelişen bir çocuk… Geri dön derken şimdi, hiç düşünür mü bilmiyorum. O çocuğu geri almak için yapacağım hangi dönüş anlatırdı bitirdiği düşleri?
Yok yere ev sahipliği yaptık birbirimizin bunalımlarına. Bir gece o benim yatağımdaydı, ertesi gece de ben onun… Omzundaki her küçük melek bana dokunmak için elini uzatırdı. Ama diğer omzunda gizlediği şeytan melekleri hep düşürürdü. Belki de bu yüzden sevmek için sarf ettiği sözleri tokat gibi çarpardı. En kötüsü de; konu fakiri bir köşe aşkıydı bizimkisi. O fakirliği sevgimizle doyurmaya çalıştık ama ne kadar yıpranmışsa artık, almadı midesi.
Ya varlığıyla eş değerdim, ya da yokluğuyla. Kendim bile hangisi olduğumu seçemiyordum şimdi. Sayfalarca yazılan satırlarla birlikte adam ettiğimiz hisleri, eğitilmiş birkaç yalancıya satıp gitmişti. Hep inkâr etti ama bana kal demedi, benim o’na “git” dediğimi düşünerek beni gönderdi. Yokluğumdan kalan tek mirasım da bir kutuyla, tek kullanımlık aşklardı.
Beni bıraktığı yokluğunda boğulurum sansa da, tutunup yamalı hayallerime çok iyi yüzerdim yalnızlığında. Zaman değil, geç açtığı her sayfa yormuştu o’nu aslında. Ama o yine bilemedi… Zaman sırtında aşkımızı taşırdı. Bizim kadar güçlü değildi, ondan böyle yavaştı…